Haber

TÜRK MÜZİĞİNİN GELİŞİMİ

Gerek Sümerlerde, gerek Hititlerde temel çalgıların davul ve zurna olduğu taşlar üzerine yapılmış kabartmalarda görülmektedir. Davul ve zurna, bugün de Türk köylüsünün çalgısıdır. Bu konuda Türk Kültür Tarihi üzerine inceleme yağmış bir yazarımız şöyle söylemektedir:

“Türk Halkının felsefesine inmek gerekir. Davul ve zurna birer meydan sazı idiler. Meydan ise, halkın istekle ve koÅŸarak geldiÄŸi, ÅŸen ve ÅŸenlik içinde yaÅŸadığı bir yerdir. Böylece davul ve zurna, halkı birbiri ile kaynaÅŸtıran, birlik beraberlik ve dayanışma içinde halkı hazırlayan, halkı müşterek istek ve dileklere yönelte, kutlu bir alet ve aracı rolünü yüklenmektedir.”

Türk Kara Kuvvetleri’ndeki Bölük ve Bataryaların hemen hemen hepsinde bir davul ve bir zurna bulunur. Zamanla Türk çalgılarına baÄŸlama da eklenmiÅŸtir. Orta Asya’da iken Türklerin çaldığı vurmalı, üflemeli ve telli çalgıların adları ve resimleri Türk Kültür Tarihi kitaplarının dokuzuncu cildinde yer almaktadır. Bu kitapta fotoÄŸrafı yer alan Özbek’in çaldığı baÄŸlama ile Hititlinin 3600 yıl önce çaldığı baÄŸlamanın benzerliÄŸi görülmektedir.

Notasızlık:

Bu konuda, Hüseyin Sadettin Arel şunları söylemektedir:

“Türk Musikisinin muazzam bir tarihi var, fakat tarihi yok. Birbirine zıt gibi görünen bu sözlerin ikisi de doÄŸrudur.
Hakikaten, musikimizin 60 asırlık heybetli bir mazisi varken, ondan bahseden bir tarih kitabı mevcut değildir.

Yazmaktan daha çok yapan, yapmaktan daha az yazan bir milletiz. Hele musiki sahasında yazı kıtlığı, sükutu altın sayan atasözünün varlığından bin kere pişman edecek kadar zararlar doğurmuştur. Musiki hazinelerini ebediyen gömmüş olan bu sükutun birçok çeşitlerini görüyoruz.

Nazariyet ve uygulama bakımından birçok yenilikler yapılmıştır. Sükut.
Büyük müzikçiler yaşarlar ve ölürler. Sükut.
Bestekarlar binlerce, evet binlerce eser yaptıkları halde bunları yazmazlar ve yazdırmazlar. Sükut.
Çok değerli müzik eserlerini ezberlemiş olanlar onları hiç kimseye öğretmeden ahirete götürürler. Sükut.

İşte tuzruhundan bir deniz gibi, sokulduğu yerde hayat izi bırakmayan bu korkunç sessizlik (sükut), Türk Müziğinin Tarihinin yazılamayışında en önemli etkendir.

Oysa Orhun Kitabeleri’nde (yazıtlarında), Türklerin yazısı vardır. Kronoloji, Türklerin yurdunda en az 1000 yıldır müzik çalındığını göstermektedir. Bestekarların doÄŸum yerleri Türk coÄŸrafyasını gösteriyor.

Türkler, Anadolu’ya geldikleri zaman bir kültürleri ve buna paralel olarak dilleri ve edebiyatları da vardı. DoÄŸal olarak, Anadolu’da oturan insanların da bir dili, dini ve müziÄŸi vardı. Bu mutlaka birbirini etkilemiÅŸtir.

Anadolu’ya gelen Türklerin bir kısmı BektaÅŸi tekkelerinde baÄŸlama eÅŸliÄŸinde semah dönerken, baÅŸka bir kısmı Mevlevi tekkelerinde ne ve kudüm eÅŸliÄŸinde sema dönmüş, böylece tekkeler müzik öğretim merkezlerinden birisi olmuÅŸtur. Tekkelerde bir de ÅŸiir türü ortaya çıkmıştır.

Askerin ruhunu ahenge alıştırmak, yürüyüşünü bir ölçüye bağlamak ve kahramanlık duygularını yüceltmek için, mehter kurulmuştur. Daha sonra Mehterhane adında okulu açılmış ve mehter marşları bestelenmiştir.

Halkın ve ordunun dışında, sarayda, Enderun denen yerde de bir müzik gelişmiştir. Bu müzik daha sonra okumuşlar tarafından da benimsenmiştir. Buradan da bir edebiyat türü çıkmış ve o edebiyattan buradaki müzikçiler faydalanmıştır. Saraya ait müziğin içinde Ermeni, Rum ve Yahudi bestekarlar da bulunmuştur.
Böylece dünyada hiçbir milletin müziÄŸinde olamayan bir ezgi zenginliÄŸi ve bu ezgilerle birlikte bir de sevgi edebiyatı doÄŸmuÅŸtur. “Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yarim” gibi bir mısra, hangi milletin dilinde var?

Bugün yurdumuzda; Edirne’nin KeÅŸan’ında dinlenen bir havayı, “curcuna” dan usul tutan bir davul, “muhayyer”den üfleyen bir zurna eÅŸliÄŸinde, Urfa’nın bir köyünde duyabilirsiniz. AÄŸrı’nın Patnos’unda at üstünde giden geline çalınan ” gelin indirme havasını”, Yozgat’ın köylerinde de duyabilirsiniz. MüziÄŸimizin Anadolu’da dağılımı bunu gösteriyor.

Ancak bu üç tür müzik de “ses” e baÄŸlı kalıp, “saz” ı ikinci plana ittiÄŸinden sazlarımız belli bir yetenekte kalmıştır.

Doğal olarak, matematik, fizik ve kimya gibi pozitif bilimlerle mekanikte geri kalmamız, sazlarımızın gelişmesini önlemiştir. Sadece ses müziğine önem verilmesi ve bu müziğin de erkekler tarafından icra edilmesi, kadının hayata karıştırılmaması, batı müziğindeki gibi dörtlü ve beşli aralıklarla terennüm edilmesine ihtiyaç duyulmamıştır.

Başka bir etken de, Cumhuriyet dönemine kadar din adamlarının çoğunluğu müziği günah saymış ve halka da bu yönde telkinde bulunmuşlardır. Sazların gelişememe sebeplerinden biri de bu geri kafalı insanların davranışları olmuştur.

Türk Milleti dünyanın en eski milletlerinden biridir. Müziğinin de kendisi kadar eski olması gerekir. Ancak notasızlıktan yani okuma yazma bilmemekten dolayı, pek çok müzik eseri maalesef unutulmuştur. Bu konuda Dr.Suphi Zühtü (Ezgi) de, Sadettin Arel ile aynı görüştedir ve şunları söylemektedir:

“Bize intikal etmiÅŸ, elimizde mevcut olan saz ve söz eserlerimiz takriben 3000 kadardır. Bunlar 400 veya 450 seneden beri, Osmanlılar zamanında gelip geçmiÅŸ bestekarların bestelediklerin arta kalanlardır. Bu 450 yıl zarfında, bestelenmiÅŸ ve fasıl mecmualarında gördüğümüz takriben 25.000-30.000 kadar eser, nota kullanılmayışından dolayı kaybolmuÅŸtur.”

Görüldüğü gibi, bu bilgiyi veren kitabın basım tarihi 1940 olduğuna göre, bu tarihten 400-450 yıl öncesi 1490-1540 yıllarında gitmektedir. Yani Fatih Sultan Mehmet devri ile Kanuni Sultan devrinin ortasıdır. Bu devirlerden önceki bazı padişahlar döneminde Edvar denen müzik teorileri ile ilgili kitaplar yazılmışsa da, bunlar nota değildir.

Oysa Türk Milletinin, ÅŸimdilik bilinen ve M.Ö. 200’lere kadar uzanan bir tarihi vardır.Bu dönemlere ait yazılı notalarımız olmadığı için, o zamanki müziÄŸimiz bilinmemektedir. Bundan dolayı Osmanlı Devleti’nin 17. yüzyıldan sonraki dönemlerinde , müziÄŸimizin nota ile tespit edilmesi için, Ebced notası, Ali Ufki’nin (1610-1685), Osman Dede’nin (1652-1730), Kantemir’in (1673-1723) ve Hamparsum’un (1768-1839) notaları kullanılmışsa da, kayıplar önlememiÅŸtir.

Bu çaÄŸda bile, bazı koleksiyoncular bu kültürün üstüne yatmakta ve ellerindeki eserleri yayınlatmamaktadırlar. Osmanlı Ä°mparatorluÄŸu’nun yöneticileri, 17.yüzyılın sonundan (1699) itibaren, devletin gerilediÄŸinin farkına vararak bunları gidermeye yönelmiÅŸlerdir. III.Selim (1761-1808) zamanında ilk defa yabancı ülkelere elçiler gönderilmiÅŸtir. Elçiler, bulunduÄŸu devletin gücü ile ilgili raporlar göndermekle görevlidirler. Şüphesiz yabancı ülkelerin kültür hayatı ile ilgili raporlar da göndermiÅŸlerdir. III. Selim gibi aydın kafalı ve ileri görüşlü bir padiÅŸah zamanında, Dede Efendi ile Bethoven’in birbirlerini tanımamış olmaları insanlık için büyük bir kayıptır, tanışmış olsalardı şüphesiz müzik dünyası çok ÅŸey kazanırdı.

19.yüzyıl, batı emperyalizminin en sert yıllarıdır. Hedef ülke de daha ziyade Osmanlı Ä°mparatorluÄŸu’dur. Ordu devamlı olarak yenilmekte ve ülkeden topraklar kaybedilmektedir. Bunlara bir çare arayan II. Sultan Mahmut, önce ordu iÅŸini ele alarak Yeniçeri teÅŸkilatını kaldırmış, yerine modern bir ordu kurmak istemiÅŸtir. Yeniçerilerle birlikte Mehterhane de kaldırılmıştır.

Napolyon’un bando ÅŸeflerinden olup , birlikte Elbe Adası’ndan dönen ve Vaterlo bozgunundan sonra güç durumda kalan Gaetano Donizetti (1788-1856), biraz da mülteci gibi, fakat Sultan II.Mahmut’un daveti üzerine, Osmanlı Saltanatı Muzıkaları Umum Müdürü olarak 7 Ekim 1827 tarihinde Ä°stanbul’a gelmiÅŸtir. Zamanla paÅŸalığa kadar yükselmiÅŸ, çok çalışmış ve Ä°stanbul’da ölmüştür. ÇeÅŸitli sazlar için birkaç Ä°talyan öğretmen daha getirilmiÅŸ, sarayda bando, orkestra ve balet meÅŸkhaneleri açılmıştır. Böylece müzik da ikilik doÄŸmuÅŸtur. Sultan Abdülmecid zamanında burası hakiki bir konservatuar gibi olmuÅŸtur. Donizetti’ye verilen ilk öğrenciler iyi ailelerin çocukları olmuÅŸtur. Ayrıca sadece kadınlardan 60 kiÅŸilik bir orkestra,bir selamlık orkestrası, küçük saz takımları ve bir bando kurulmuÅŸtur. 1840 yılında BeyoÄŸlu’nda opera oynatılmış. Sultan Abdülaziz tahta çıkınca, BeyoÄŸlu’ndaki temsilleri durdurmuÅŸ. Ancak Avrupa gezisinden sonra tiyatroların açılmasına müsaade etmiÅŸtir. Abdülhamit ise, saray muzıkasının yükselmesini istemiÅŸ, Avrupa’ya öğrenci göndertmemiÅŸtir. Türk kadının tesettürü yüzünden karma korolar kurulamamış, toplu müzik yapılamamış, sanat dernekleri kurulamamıştır.

Müzikçilere batı notası öğretilmiş ama, eserlerin sözleri, sağdan sola doğru giden Arap alfabesi ile yazıldığı halde, notaları soldan sağa giden batı notası ile yazılmıştır.

Türk MüziÄŸinin eserleri batı sazları ile çalınmaya baÅŸlanmış, hatta çok sesli hale getirilmiÅŸtir. Batı sazlarını kullanıldığı Faslı Cedid’ler kurulmuÅŸtur.

Tanburi Cemil Bey, 1902 yılında yazlığı “Rehberi Musiki” adlı eserinde şöyle demektedir:

“Görüldüğü üzere,yarım seslerle beraber bir oktavın içinde 12 derece, 12 kısım veya 12 ses vardır.Fakat buna karşılık Türk MüziÄŸi, bir oktav içindeki 24 dereceyi veya sesi kapsar. En eski teorilere göre, daha öz olan Türk müziÄŸimiz.

Bu da, batılıların bir tam sesi iki eÅŸit kısma ayırmaları ile yetindikleri halde, bizim üç kısma ayırabilmemizden kaynaklanmaktadır. Bu suretle bir oktav içinde sahip olduÄŸumuz çok çeÅŸitli fasılalı seslerle oluÅŸan birçok makamlarımız vardır.”

Tanburi Cemil Bey’in oÄŸlu Mesud Cemil, babasının bu kitabı hakkında ÅŸunları yazmaktadır.

“1318’de (1902), Tanburi Cemil, “Rehberi Musiki” sini neÅŸretmiÅŸti ki, bu kitap Türk Musikisini (Musiki Osmaniye) Garp Musikisi sistemi ile yan yana anlatmaya ve eski sanatımızın Edvar kitapları dışında , modern anlamda izahını yapmaya çalışan ilk eserdir.”

Tanburi Cemil Bey’den sonra, Rauf Yekta, 1922 yılında, Türk Musikisi ile ilgili Fransız Ansiklopedisi’ne, Fransızca bir makale yazmıştır. Türk müzik sistemi ile ilgili son çalışma, 1933 yılında, Hüseyin Sadettin Arel – Dr.Suphi Ezgi ikilisi tarafından yapılarak beÅŸ ciltlik “Nazari ve Ameli Türk Musikisi” kitapları basılmıştır. Rauf Yekta, Sadettin Arel ve Dr.Suphi Ezgi’nin kitapları incelendiÄŸi zaman, Tanburi Cemi Bey’in kitabından faydalandıkları anlaşılmaktadır.

Abdullah Åževki Öztekin’in Atatürk’ün SevdiÄŸi Åžarkılar, Türküler ve MarÅŸlar kitabından alınmıştır.

Bir yanıt yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.